Pages


29 Haziran 2011 Çarşamba

Milliyet Sanat, Ülkü Tamer ve 8 sayılık bir hazine

Ne bugünkü Milliyet Sanat dergisine ne de ilk çıkan Milliyet Sanat dergisine benzemeyen arada kalmış çok garip yani zamanının ötesinde bir Milliyet Sanat dergisi yayımlandı bir zamanlar. Tam olarak Şubat 1980-Eylül 1980 arası. Toplam 8 sayı. Milliyet Sanat'ın 8 sayılık ömrü olan yeni dizisi Ülkü Tamer yönetiminde çıkmış, müstesna ve ayrıksı bir dergidir. "Yeni Dizi" Milliyet Sanat dergisinin tarihinde bir kırılma noktasıdır, devam edemediği için üzüntü vericidir de... Bu kısa dönemden sonra dergi tekrar eski boyutlarına ve haber ağırlıklı çizgisine döndü.

Bu arada değinmek lazım, bir dergi koleksiyoncusunun rahat nefes aldığı vakit, kendince değer verdiği bir koleksiyonu tamamladığı vakittir. Bazı dergilerin önemli dönemleri vardır. Dergi içinde ayrı bir dergi olan böylesi bir dönemi Milliyet Sanat dergisi de yaşadı, gerçi kısa bir ömrü oldu bu dergi-içindeki-derginin fakat her biri altın değerinde 8 sayılık bir koleksiyon meydana geldi. İşte ben de şimdi rahat bir nefes aldım. Sekiz sayının tamamı elimde artık. Huzurluyum.





Dergide birbirinden enfes makaleler, çok iyi şiirler, öyküler yayımlandı. Daha ilk sayıda mesela Sait Maden'in "İbrahim Müteferrika için bir yeniden değerlendirme çalışması" başlıklı makalesi harikuladedir. Aradan bunca yıl geçmiş olmasına, İbrahim Müteferrika hakkında bugün daha çok şey bildiğimiz halde bu yazı pırlanta gibi zamanın içinde parlar. Peki yine ilk sayıda Yusuf Atılgan'ın "Ayrılık" şiirine ne demeli? Her okuduğumda bir süre uzaklara daldığım bir şiir bu. Turhan Selçuk'un çizgileriyle genişlettiği Füruzan'ın "Çocuk" öyküsü derginin diğer hazinelerinden biri.

İkinci sayıdaki isimler ise beni coşturuyor: Haldun Taner, Yaşar Kemal, Özdemir Asaf, Yusuf Atılgan, Turgut Uyar. Daha nice isim var. Bu sayının en güzel yanlarından biri 2-3 sayfada bir kutucuklarda edebiyatçıların mektuplarının olması. Şair Fıtnat Hanım ile Ahmet Mithat Efendi'nin aşk mektupları 58. sayfada görülebilir. (İleride bu tür bir sayfa düzeni ancak 20 sene sonra kitap-lık dergisinde görülecektir.)

Üçüncü sayıda beni sevindiren isimler: Edip Cansever, Arif Kaptan, Tomris Uyar, Elif Naci, Sabahattin Kudret Aksal.

Diğer sayılardaki sevdiğim isimleri tek tek yazmaya üşendim şimdi. Ülkü Tamer çok şahane bir dergi yapmış o zamanlar. Biraz daha sabırlı olunsa, neredeyse bir 'Gergedan' olabilecekmiş. Büyük şair Ülkü Tamer, dergiciliğimizde belki bir Enis Batur denli etkili olamadı yine de bir kuyruklu yıldız gibi geçip giden Milliyet Sanat Yeni Dizi'yi meraklı okurlara sunarak hayırlı bir iş yaptı. 

Milliyet Sanat dergisi 1972 yılında Milliyet gazetesinin kültür sanat eki olarak başladığı hayatına bugün yine devam ediyor. Yönetimde ise Filiz Aygündüz var. Bir zamanlar efsane isim Akal Atilla gibi yöneticilere, Ülkü Tamer gibi derginin standartlarını dünya dergiciliği seviyesine çıkartan isimlerle büyümüştü Milliyet Sanat. Daha sonra renksiz, kokusuz dergiler çıkartan Bülent Berkman'a fazla haksızlık etmek istemem, ama daha iyi bir dergi olabilirdi, çok çok daha iyi bir dergi olabilirdi. Tuğrul Eryılmaz ile sinema ve müzik ağırlıklı bir dergi oldu. Arşivlik bir dergiydi eskiden, kültür sanat gündemini gün gün izleyebilirdiniz. Şimdi yine temel özelliği olan haber veren yapısını sürdürüyor fakat daha yumuşak ve belirsiz bir tonu tercih ediyor.

Dergi 15 günlük periyodu bırakalı çok oldu. Kapakları da 1972 yılından beri hemen daima kötü. Milliyet Sanat aynı "kötü kapak" standardını bugün de sürdürüyor (halk böyle istiyor galiba), fakat içinde hemen her sayıda güzel olan, en az bir-iki tane saklanacak yazı barındıran bir dergiyi sunmayı yine de başarıyorlar.

Ben bugünkü Milliyet Sanat dergisine başarılar dileyip, kimilerince derginin 'Fetret Devri' sayılan 8 sayılık sıra dışı küçümen hazineme sarılıyorum.

22 Mayıs 2011 Pazar

NTVBLM, ARIES ve büyük dergilerin inanılmaz sonu

Azlıklardan söz edemeyiz bazı dergileri konuşurken.

Bilen bilir ARIES hoş bir dergiydi. Sadece fazlalıkları vardı. Fakat bütün güzel dergiler gibi fazla olduğundan ARIES bir gün pat diye kapandı.

NTVBLM dergisi de fazlalıkları olan bir dergi. Binlerce okuyucu ve arkasında güçlü bir holding olan bir dergi. O da günün birinde kapanıverdi. Bu ay elimizdeki son sayısı.

Demek ki sadece paranın gücü dergileri ayakta tutamıyor.

Dergileri ayakta tutan sadece para değildir, biraz da sevgidir, işbirliğidir, anlayıştır, yakınlıktır, tanıtımdır.

Holdinglerin tepelerinde bazı adamlar vardır, bazı kadınlar. Bunların soğuk dijital hesap makineleri vardır. Sayıları birbirlerine çarparlar. Bir de bakarlar ki dergi zarar ediyor! Onlar her şeyi ama her şeyi en ince detayına kadar bildiklerinden "komşular yetişin" diyecek halleri yok ya! Ne yaparlar peki bu akıllı insanlar? Bildiniz. Kapatırlar dergiyi.

Dergi kötüydü diyebilirsiniz. Oysa değildi. İyi bir ekip çıkarıyordu dergiyi. Satışları da öyle az değildi, ondan daha az satan dergiler bile tutunabiliyorken NTVBLM'in kapanması şaşırtıcıdır. Bir sorun var belli ki. Fakat bu sorun ne okurları ne de dergiyi çıkaran ekibi ilgilendiriyor!

Sorun yüce noktalarda oturan yöneticilerin ilgi alanlarındadır.

Dergiler ve kitaplar diğer tüketim malzemelerine benzemez. Milyonlarca insanın yaşadığı şu ülkede, bu kapanan dergileri yayımlayan holdinglerin TV kanallarının düzeyine bakarsak yöneticilerin de düzeyine bakmış oluruz. Onlar tüketim malzemelerinin ne olduğunu okurlardan çok daha iyi bilirler. Bir kalemde bağlılıkları, alışkanlıkları, kültür-bilim kaynaklarını, sadece işlerine gelmediği için silip atmaya hakları vardır.


İnsanları dergi, kitap okumaya, düşünmeye çağırmayan birbirinden daha kötü programların ardı arkası kesilmiyor. Neden az dergi satılıyor? Neden az gazete satılıyor? Çoğunluğun başlıca dertlerinden bir tanesinin cep telefonunu yenilemesi olan bu ülkede aslında bazı şeyleri boşuna konuşuyoruz.

Ülkemiz ne yazık ki bu holdinglerin sahibi olduğu TV kanallarının yaygınlaştırdığı kültürsüzlüğün ve cehaletin cenneti konumunda.

Okuyan, yazan ve düşünen insanların azlığını başka türlü tarif etmek zor.

Sabahları gazete almayan nesiller yetişiyor. İnternette her şeyin olduğunu zanneden binlerce öğrenci var. Ansiklopedilerin gereksiz olduğunu düşünen binlerce öğretmen var. Kitapların gereksiz olduğunu düşünen anne-babalar, icra kurulu başkanları ve siyasetçiler var.

Onlara göre gerçek şu: Müteahhitler gereklidir, güvenlikli siteler gereklidir, iPad çok gereklidir, TV çok gereklidir, cep telefonları olmaz ise hayat anlamsızdır, arabalar olmayınca şu dünyanın ne manası var değil mi?

Aşk gereksiz midir? Ya şiir? İnternette olmayan ansiklopediler? İnternette olmayan dostluk, internete ve cep telefonlarına, bilgisayarlara sığmayan mimari yapıtlar, heykeller, sanat eserleri gereksiz midir? Bilim dergileri gereksiz midir? Analog fotoğraf makineleri gereksiz midir? Kurşunkalemler gereksiz midir?

Bilim ve sanat gereksiz midir?

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Viski, Kurtlar Vadisi ve Satranç

İçinde bulunduğumuz Mayıs ayı bitmeden, hayatımda okuduğum en tuhaf dergilerden biri olan "Satranç life" dergisi hakkında bir şeyler yazmak istiyorum.

Kafayı taktığım konular arasında satranç da bulunuyor. Okuduğum fakültenin "Hergele Meydanı" isimli genişçe alanın bir köşesinde küçük bir odamız vardı (1993 olmalı). Biz fakülteye gelmeden seneler evvel yaşanan olaylar nedeniyle o vakitler kapalı bir alan olduğu için meydana çıkan kapılardan birinin anahtarını alıp gizli bir örgütün üyesi gibi küçük odada buluşur, satranç oynardık, sessiz ve sakin bir yerdi. Asla iyi bir oyuncu olmadım, çoğunlukla yenilirdim. En güçlü arkadaşımızın "sıradaki gelsin" deyişi halen kulaklarımdadır. :)

Neyse maziyi bırakıp dergiye gelelim: Satranç life dergisi öyle her yerde bulunmadığı için internet sitesinden bayi listesine bakıp, yolumun üzerinde ancak tek bir kitabevinde olduğundan, o  kitabevini bulup, 7 lirayı verip aldım.



Kapaktaki konu ilgi çekiciydi. GM Barış Esen’in 21 Mart- 3 Nisan 2011'de Fransa'da gerçekleşen 2011 Avrupa Bireysel Satranç Şampiyonası'nda gün gün yaşadıkları varmış derginin içinde. Bu ilginç günlük Türkiye'deki üst düzey satranç oyuncularının merak ettiğim hayatları hakkında bana yeterince bilgi verdi!

Fakat önce dergi hakkında bir şeyler söylemek gerekli. Biçim açısından, sayfa düzeninden fotoğraf yerleştirmesine kadar Satranç life dergisi 80'li yılların amatör dergicilik anlayışını sürdürüyor. Oysa hem gelişen baskı sistemleri, hem de yıllar boyunca incelen estetik değerler artık bu tarz geçmişte kalmış dergilerin okuyucu gözünde yüceltmiyor.

Bir de dergilerimizin şu ezik İngilizce sevdalarından halen vazgeçememiş olduklarını görmek de ayrıca üzüntü verici. "Life" uzantısının dergiye olumlu anlamda bir şey kattığını söylemek kesinlikle mümkün değil. Tam tersine olumsuz ve son derece itici bir anlayış. Türkiye'de hedef kitlesi de Türkçe okuyup yazanlara İngilizce isimli dergiler sunmayı ayıplıyorum.

Satranç sporunun hızla büyüyen bir sektöre dönüştüğünü de görmek mümkün bu dergide. Nisan 2011 tarihinde 177.000'den fazla lisanslı satranç oyuncusu olduğunu okumak beni şaşırttı doğrusu! Ayrıca Türkiye Satranç Federasyonu'nun 2011 lisans gelirleri hedefinin 800.000 TL olduğunu okumak beni çok şaşırttı. Aynı dergide yüzbinlerce TL gelir elde eden bu kurumun Türkiye Çocuk Ligi'nde illerde birinci gelen takımları maddi olarak desteklemeyip, başarıları bir anlamda cezalandırdığını okumak da mümkün!

Dergiler ilanlarla ayakta durur, ancak dergide sadece reklam almak için konulduğu belli olan ve Satranç ile hiç ilgisi olmayan bir röportaj okumak da istemiyor insan.


Viski , Kurtlar Vadisi ve Satranç

Gelelim kapak konusuna. Benim için en tuhaf deneyim bir satranç ustasının günlüğünü okumak oldu. GM Barış Esen’in Avrupa Bireysel Satranç Şampiyonası'nda gün gün yaşadıklarını okuyunca sporcu ruhu üzerine düşünmemek elde değil. Günlük sayfalarca devam ediyor. Ben ilginç bulduğum cümleleri işaretledim.

Mesela: 21 Mart Pazartesi:

O gün takım arkadaşlarıyla şampiyonaya giden ve Türkiye'yi temsil eden GM Barış Esen "02:00'de yatıp 05:00 gibi kalktım" diyor. 3 Saatlik bir uyku. Aynı gün Fransa'da şöyle yazıyor: "1975 elo puanlı rakibe de çalışacak değilim ya! dedim ve uyumayı tercih ettim."

Yorum yapmayalım ve ertesi günü okuyalım: 22 Mart Salı: 

"Geç kalkan birisi olarak 12:00'yi tercih ettim. O gün rakiplere çalıştık. Daha sonra maç saatine kadar hemen Kurtlar Vadisi'ni izlemeye başladım.(...) İlk tur benim için çok zor geçti. 1975 elo puanlı rakibime karşı bir ara bir piyon geriye düştüm. Sonra taktik karışık varyasyonlara girip konumum kötü olmasına rağmen (...) maçı kazandım"

Bir sonraki gün: 23 Mart Çarşamba:

"Restoranda rahmetli Kemal Sunal'ın Sakar Şakir filmi oynuyor. İşletmecisinin Türk olduğunu hemen anladık ve sohbete başladık. (...) Ben de kendisine Adana'da ortağı olduğum ... satranç merkezinin kartını uzattım ve milli satranç sporcusu olduğumu ve Adana'dan bize öğrenci gönderirse çok memnun olacağımı söyledim."

Aynı gün: "Daha sonra odama dönüp eşlendirme belli olana kadar diziyi izlemeye kaldığım yerden devam ettim. Diziyi izledikçe izleyesim geliyordu. Sanki ben de dizideki bir karakterdim. (...) Saat 03:00 gibi uyudum."

24 Mart Perşembe: "Gece geç yattığım için sabah kahvaltıya uyanamadım. (...)"

25 Mart Cuma günü ise eşiyle kavga ediyor, morali bozuluyor ve oynadığı oyunu kaybediyor.

26 Mart Cumartesi günü 2200'lük bir oyuncuyu yenip mutlu oluyor.

28 Mart Pazartesi: "Yemekten sonra odama döndüm. [Kazanabileceği bir maçın berabere bitmesine üzülüyor] Sürekli yaptığım hatalar gözümün önünde canlanıyordu. Viski şişesinin dibi göründü ama ben sakinleşemedim."

29 Mart Salı: "Bütün gün Kurtlar Vadisi'ni izledim."

2 Nisan Cumartesi:  "Ben de böylece 2669 elo performansı ile kariyerimin en büyük başarısını sergilememe rağmen finale kalamamış oldum." [Kendisi 31. olduğundan ve finallere ancak 23+3 kişi gidebileceğinden dolayı.]

Dergideki günlük faslı böylece bitiyor. Ben sayfaları şaşkınlık içinde içinde okudum.

Dergi iyi niyetli bir girişim olabilir. Fakat iyi niyet her zaman iyi sonuçlara neden olmuyor. 



Çocuklara satrancı sevdirmek için verilen ek tıpkı dergi gibi çok amatörce düzenlenmiş. 5 yaşındaki oğlum dergide sadece "Ayşe öğretmenin Minik Ustaları" bölümündeki "tuzaklı matlar" sayfalarıyla oyalandı. Soruları çözmeye çalıştı. Diğer sayfalara doğru dürüst bakmadı bile.

Ben de dergiyi bir kenara bırakıp "1-2-3 hamlede MATLAR" kitapçığına baktım, sonra çantama atıp işe giderken ve dönerken arada çözmeye başladım. Bu ek güzel mesela. Bir iki hataya rastladım sadece. O kadarcık kusuru da hoşgörmeli. Fakat diyagramlar çok küçük. Benim gibi gözleri iyi görmeyenler için düşünülmemiş.


Siz benim dediklerime bakmayın. Eğer meraklıysanız Satranç life dergisini alın.

8 Mayıs 2011 Pazar

Editörlük zor zanaat


Ben bu dergiyi alalı çok oldu ama müzmin tembellikten yazmakta geç kaldım, fakat siz Notos dergisini almak için acele edin derim. Kaçırılmayacak güzellikte/değerde özel bir sayı hazırlamışlar.

Bu arada, daha önce yazmıştım ama yine tekrarlamak istiyorum: Derginin en sevdiğim daimi bölümünün 'aganta' olduğunu, bu kısımda yazan Deniz Yalım Kadıoğlu, Yalın Gündüz, Temur Günay, Duygu Bayar Ekren, Özlem Akıncı ve diğer yazarların yazılarını iştahla okuduğumu ve doyamadığımı belirtmek isterim.

Notos Öykü son yıllarda yayımlanan en güzel dergilerden biri. Hele son dosya konusu çok iyi düşünülmüş ve kotarılmış. Selahattin Özpalabıyıklar'ın ve Cem Akaş'ın yazılarını keyifle okudum. Editörlük konusuna ilgi duyan her edebiyatsevere bu yazıları okumasını öneriyorum.

Sema Kaygusuz ve Ömer Ayhan

Sema Kaygusuz ve Ömer Ayhan'ın öykülerini görür görmez ağlayasım geldi bir an. İkisini de çok seviyorum. Onların yazılarında, sözlerinde derinlere nüfuz eden bir edebiyat lezzeti var. Bir tür bağımlılık yaratıyorlar. Ben de onların tiryakisiyim işte.

Gözlerim dergide İnan Çetin'i de aradı. Dergi zaten harika fakat İnan Çetin de olsaydı 27. sayı daha muazzam bir sayı olurdu!

Bir dergiye daha dumanı tüterken "o bir efsane!" demek çok zordur, ama bu dergi sahici bir efsane!

20 Nisan 2011 Çarşamba

and mag

Böyle dergiler de var. Yani adı bir tuhaf olan, boyutu ise daha bir tuhaf olan dergiler. İşte "and mag" dergisi tam da bu sınıfta. Adı ingilizce, bölüm başlıkları da (life, shopping gibi) İngilizce, ancak derginin içeriği Türkçe, çünkü derginin hitap ettiği kesim ağırlıklı olarak seyahat eden meraklı Türkler. Ayrıca bugüne kadar kapağı güzel bir and mag dergisine rastlamadım desem yeridir! Kapak her zaman ıvır zıvır şeylerle dolu olur. Son eleştirim ise derginin künyesinde veya kapağında kaçıncı sayı olduğu yazılmaması!

Genel hatlarıyla eleştirilerimi özetledikten sonra şimdi övgü faslına geçebilirim:

Ama yine de "and mag" dergisini biriktiriyorum ve çok sevdiğimi söylemek istiyorum! Kaliteli, canlı, cıvıl cıvıl bir dergi ve işini bilen bir ekip tarafından hazırlanıyor. İç sayfa tasarımları çok dengeli, seçilen konular da ilgi çekici. Hemen herkesin merakına göre bir yazı muhakkak dergide bulunuyor.

Nisan 2011 tarihli "and mag" dergisinin aynı zamanda saatseverlerce de çok beğenildiğini söyleyeyim. Mesela Deniz Atlam'ın 46-48 sayfaları arasındaki "Saatler çıldırmış olmalı!" ve aynı zamanda derginin yayın yönetmeni olan Damla Kürklü'nün 64 ile 66. sayfalar arasında yer alan "Bir adam, bir tekne ve ufuk çizgisi..." başlıklı, Baume & Mercier saatlerinin tasarım yönetmeni Alexandre Peraldi ile yaptığı röportaj harika.

Nisan sayısında ayrıca tasarımla ilgili yazılar da dikkat çekici. Kağıt sanatçısı (evet doğru kağıt sanatçısı) Anna-Wili Highfield ile yapılan (Buğu Melis Çağlayan imzalı) röportajın da çok iyi olduğunu söylemek lazım. 



 http://www.shopandmiles.com/i/Assets/shopandmiles/i/concierge/andmag_nisan.jpg


6 Mart 2011 Pazar

Tempo ve Robb Report

Uzun zamandır almıyordum, hata etmişim, Tempo dergisi değişmiş ve çok güzelleşmiş.. Alain de Botton ve Umberto Eco'nun yazılarını ilgiyle okudum. "Eviniz sizi anlatır" gibi reklam kokan yazılar olsa da genel olarak baktığımda hiç fena bir dergi değil. Ayrıca Victorinox ve IWC reklamlarını da uzun uzun incelediğimi eklemek isterim.






Robb Report ise artık saatlere yer vermiyor. Derginin Mart sayısını gönülsüzce aldım, daha kapağındaki konulara bakar bakmaz işe yarayacak yazı olmadığını gördüm. SIHH de olmasa dergi saatlerden hiç bahsetmeyecek. Eski güzelim Robb Report'ların yanına yakışmayan bir dergi olmuş.

Acayip bir dergi: Colors

Müstesna bir dergi olan Colors kesinlikle bir fotoğraf dergisi değil. Fakat fotoğraflarla dolu olmasından dolayı bana bir nevi fotoğraf dergisi gibi geliyor.

Dünyadaki en iyi dergileri say deseniz araya Colors'ı da eklerim, öyle şahane bir dergidir.  Yine de benim gibi müşkülpesent koleksiyoncular için sadece bazı sayıları saklanabilir türden bir dergidir Colors. Her sayısı bir konuya ayrıldığı için bütün sayıları biriktirmeye gerek yok diye düşünenlerdenim. Misal collector/koleksiyoncu sayısı benim için çok önemli, bir önceki sayı ise (dance/dans) önemsiz. 

Colors dergisinin en çekici tarafı ise derginin son derece kışkırtıcı olması. Kimileri rahatsız olabilir, bazen dergide öyle fotoğraflar görüyorum ki, önyargıları veya dar görüşleri olan insanları çok rahatsız eder diye düşünüyorum.

Bizde neden böyle bir dergi çıkmıyor?

Henüz hazır değiliz galiba.

17 Şubat 2011 Perşembe

Adı başka kendi başka dergiler

Türkiye'de derginin içeriği Türkçe ama ismi ve bölüm başlıkları dahi ingilizce olan çok dergi var. Sadece ulusal yayınlardan söz etmiyorum, kurumsal yayınlar da öyle. Tek tek isim vermeme gerek yok, bir dergi standına gittiğinizde şöyle bir bakın dergilerin isimlerine veya çeşitli araçlarla yolculuk yaptığınızda mutlaka bu tarz dergilerden birini kucağınızda bulacaksınız.

İçinde ingilizce özet bulunan dergileri bir nebze anlamak mümkün müdür? Hayır, madem dergi 2 dilli, derginin adı niye sadece ingilizce?

Peki bütün bunların nedeni nedir? Bence görgüsüzlük.

Bu görgüsüzlük yeni değil. Bir zamanlar bu topraklarda fransızca hayranlığı da vardı, sonra ingilizceye bıraktı yerini. Binalara ingilizce isimler verildi. Oturduğu binaya ingilizce isim veren bir patron elbette çıkardığı dergiye de ingilizce başlık uyduracak birilerini bulur.

Farklı bir yönden bakarsak, adı Türkçe, içeriği de Türkçe olan ancak içindeki reklamların ingilizce olduğu dergiler de var! Bunun adı da hem görgüsüzlük hem tembellik.

Kadim uygarlıkların üstünde oturuyoruz, aşağıya baksak ne hazineler bulacağız, fakat bizim gözümüz hep başkalarında.

Böylelikle kendi kimliğimizi de kaybedip sıradanlaşıyoruz.

Bu görgüsüzlüğün, bu pişmemişliğin sonu nereye varır bilmem.

15 Şubat 2011 Salı

Dergiler: Kitabevlerinin üvey evlatları

Çoğu kitabevinde dergilere bakarken zorlanıyorum, dergiler tıkış tıkış doldurulmuş, üst üste atılmış oluyor. Genellikle benim okuduğum dergiler de hep arkada oluyor. Ne kadar işe yaramaz dergi varsa önlerde, kendi localarında, önceden ayırttıkları yerlerde paşa paşa dururken, benim aradığım fotoğrafsız, BİR+BİR, yapı, Notos, yasakmeyve, Roman Kahramanları gibi dergiler en arkalarda, bazen gözle görülemeyecek bir şekilde başka dergilerin arkalarına saklanmış bir şekilde bulunuyor.

Kitabevleri dergilere saygı göstermiyor, kitabevi yöneticileri, dergileri 2. Dünya savaşında, nazi kamplarında çile çeken, işkenceyle öldürülen mahkumlar gibi en az yere en çok dergiyi sıkıştırmayı marifet biliyorlar. Sonuçta dergiler kırılıyor, yıpranıyor, kirleniyor ve arandığında bulunamıyor.

En sevdiğim kitabevlerinde bile dergilerin halini gördükçe üzülüyorum. Ayrıca dergiseverler de makbul müşteri olarak görülmüyorlar hiç, istersem 10 tane dergi alayım, 1 tane Elif Şafak kitabı alan kişiye gösterilen gülümsemeden dahi pay alamıyorum, yüzler hemen asılıyor.

Dergilere nispeten özen gösteren Pandora gibi kitabevleri var ama aradığımız bazı dergileri de böyle yerlerde bulamıyoruz nedense.

Merak ediyorum:

- Neden dergiler kitabevlerinde ferahfeza yerlere konulmaz?
- Neden kitabevlerindeki en gıcık yer dergilere ayrılıyor?
- Neden edebiyat dergileri hep bir kenarda sığıntı gibi tutulur?
- Neden dergiler düzenli değildir ve konulara göre ayrılmaz?
- Neden istediğimiz dergiler zamanında veya hiç gelmez?
- Neden dergilerle ilgili sorularımıza doyurucu cevap verecek birini bulamayız?

Dergi standı dediğin böyle olur
:


Ayrıca bakınız: http://www.futuristika.org/blog/deneysel-dergi-standi/

3 Şubat 2011 Perşembe

Yapı dergisinin 350. sayısı, Doğan Hasol ve Şinasi Acar


Yapı dergisinin 350. sayısını, yani geçtiğimiz ay yayımlanan o mübarek sayıyı almayı unuttuğumu farkedince, Yapı Endüstri Merkezi'nin Fulya'daki mekânına uğradım. Çok güzel bir kitabevi var burada, Yapı Endüsttri Merkezi (YEM) eskiden Harbiye'de iken ulaşması daha kolaydı, şimdi Fulya benim için ters bir noktada kalsa da yine de zaman yaratmak ve gitmek gerekiyor. YEM'deki kitabevi o kadar güzel ki, üst katta bulunan kütüphaneden bile daha fazla kitap var burada.

Kütüphanelerini biraz zayıf buldum, süreli yayın olarak fena sayılmayabilir elbette ama kitap olarak ve genel olarak hem küçük hem çok zayıf bir kütüphane. Fakat kötülemek istemem güzel bir mekan, sakin sakin çalışmak için ideal. (Sadece havalandırmanın gürültüsüne kafayı takarsanız kaçıp kurtulmak isteyebilirsiniz, ona bir şey diyemem.) Kütüphaneye Bilgi Belge Merkezi adı takılmış. Ancak Bilgi Belge Merkezi aslında hem arşiv hem de kütüphane özelliklerine sahip mekanlar için kullanılıyor diye biliyorum, bu yüzden ben bu mekana kütüphane demeyi tercih ediyorum. (Bu arada kütüphaneyi dolaşırken dikkatimi çeken bir başka husus da dergileri iyi bir ciltçiye yaptırmadıklarını görmek oldu, daha şık bir cilt yapılabilirdi.)

Yapı dergisi 38 yaşında!

Türkiye gibi kültüre, sanata ve mimariye önem vermeyen bir ülkede Doğan Hasol gibi kahramanların bulunması büyük bir şans bence. Doğan Hasol ile tanışmak ve ellerini öpmek istiyorum aslında. Böylesine acayip bir memlekette inatla 38 yıl çalışıp, bir dergiyi 350. sayıya ulaştırmak için ciddi bir çaba ve sevgi gerekir.

Yapı dergisi çok çok önemli bir dergi, ilk sayısı Temmuz 1973 tarihinde yayımlanmış. Mimarlıkla ilginiz olsun olmasın bu güzel dergiyi alın. Göreceksiniz ki dergide sadece mimarlık yok, kültür, sanat ve tasarıma ilişkin makalelerin yanında Şinasi Acar gibi yine bu memlekette yaşayan güzel bir insanın makalelerine de tesadüf edebilirsiniz. Yapı dergisini okudukça bilginize bilgi katılacaktır, buna emin olun, boş dergilerden değildir.

Bende 350 sayının tamamı yok elbette (keşke olsaydı) ama içinde Şinasi Acar'ın makaleleri bulunan sayıları toplama ve tamamlama gayreti içindeyim! Ayrıca Şinasi Acar'ın yazdığı makaleleri sonra kitap olarak görmenin ayrı bir zevki de var. Şinasi Acar'ın ilgi alanları çok, güneş saatlerinden Osmanlı kılıçlarına kadar envai çeşit konuularda yazabilecek derin bir bilgiye sahip, benim de en büyük keyfim kendisinin bu makalelerini okumak. Mesela SON BAŞMUVAKKİT: AHMED ZİYA AKBULUT isimli makalesi unutulmazdı, sonra kitap olarak da yayımlandı. 35. sayıda da Şinasi Acar'ın T. Fikret Uçar ile birlikte yazdığı bir makale var: "2009 Dünya Astronomi Yılı'nda Yapılan Anadolu Üniversitesi Güneş Saati" isimli bu makale öylesine güzel ki daha giriş kısmında "Saat Kavramı ve tarihçe" bölümü ile temel bilgileri vererek okuyanı ciddi bilgi sahibi yaptığı gibi arkasından güneş saatlerine ilişkin bilgileri de alınca mükemmel bir şekilde hazmedilecek bir hazine ile karşılaşıyorsunuz. Anadolu Üniversitesi'ne yapılan güneş saatinin yapım aşamaları da çok ilginç, herkesin okumasını dilerim bu güzel makaleyi.

Yapı dergisinin kapağında şöyle yazar: mimarlık, tasarım, kültür, sanat. Bu sözcükler dergiyi özetliyor zaten. Mesela "Gaudi Efsanesi" isimli Ümran Topçu'nun makalesi yine mutlaka okunması gereken bir makale, dergiye olan sevgimi daha artırdı diyebilirim.

Doğan Hasol ile bugün tanışamadım ancak en kısa zamanda tanışmak istiyorum. Bu blogu okuyanlardan Doğan Hasol'u tanıyan varsa lütfen ona hayranlığımı iletsin. Teşekkürler.

30 Ocak 2011 Pazar

Heavy Metal Türkiye!


Arka Bahçe Yayıncılık hayırlı bir iş yapmış ve Heavy Metal dergisini Türkçe olarak yayımlamaya başlamış. Ben de hevesle ilk sayıyı aldım.

Derginin kapağına bakarken geçmişe yolculuk yaptım. 1980'lerin sonu, 1990'ların başında lise öğrencisi bir çizgi roman meraklısı olarak Gümüşsüyu'ndan Dolmabahçe'ye inen caddenin solundaki kitapçıdan HM dergileri alırdık (lise öğrencisinin ne kadar parası olacak, sürekli alamazdım, evlerindeki çizgi roman külliyatına hayran olduğumuz abilerle giderdim, zaten artık o dükkan da yerinde yok, çok üzüldüm).

Başlarda o kadar fazla meraklısı değildim derginin, ben fanatik bir Alaska (Ken Parker) okuruydum sadece (hâlâ öyleyim Ken Parker 1 numaradır). Fantastik çizgilere hayran bir arkadaşım bulaştırmıştı bu hastalığı bana. Evinde çizgi roman kitapları dışında, Heavy Metal ve benzeri dergilerden (Epic dahil) yığınla vardı. Bazı sayılardan yanılıp ikinci bir kez aldığı da olurdu, bu mükerrer sayılara da ben talip olurdum. Sahafları mütemadiyen kolaçan ettiğimiz için tezgahlardan tek tük çıktıkça almışlığımız da vardır. Heavy Metal dergilerini Osmanbey-Kurtuluş arasında daha çok Dünya Dağıtım'ın Türkiye'le getirdiği yabancı dergilerin iadelerini satan bir abimizden de aldığımızı hatırlıyorum, dergiler ucuzdu, çünkü kapaklarındaki dergilerin adı yazan kısmı yırtıktı (bu dergileri yurtdışına tekrar göndermek masrafları olacağından satılmadığını ispatlamak için dergilerin isimlerini yırtıp gönderirlermiş, satılmayan dergiler de sahaflara ve bu Osmanbey'deki dergici abimiz gibilere satılırmış böyle).

Konuyu dağıtmayalım Heavy Metal çizerlerinden en çok Moebius (Jean Giraud) hayranıyımdır. Bence fantastik çizginin tapılacak üstadıdır kendisi. İnsanı düşlere sürükleyen bir tarzı var Moebius ustanın.

Heavy Metal Türkiye dergisine dönersek derginin kapağındaki çizim Jim Burns'e ait ve belki eski HM dergisini anımsatan dergideki tek güzel şey! 3.sayfadan 49. sayfaya kadar ise "Starlight" isimli sonunda son yazan ama sonu olmayan bir macera var, ardından "Yüz-ler basamağı" (Kerim Sakızlı-Doncho Donchev) isimli 5 sayfalık deneysel bir çalışma, onun arkasından 54 ve 97. sayfalar arasında M.Frezzato'nun "The Young Queen" (Genç Kraliçe) isimli yine sonunda son yazan ama bitmediği belli olan bir hikaye, derginin nihayetinde ise "Ruhların Evi" isimli Ezgi Aksoy ve Tayfun sezer ortak çalışması var.

Derginin son sayfalarında ise kitap tanıtımı, ansiklopedi köşesi ve Luis Royo'nun çizimleri yer alıyor.

Heavy Metal Türkiye için başlangıçta hayırlı bir iş demiştim, evet teorik olarak hayırlı bir iş, fakat pratikte öyle değil. Dergiyi çıkaranlar kimler bilmiyorum ama bildiğimiz Heavy Metal dergisinin dev gölgesinin arkasına saklanmış bir fantastik çizgi albümünden başka bir şey değil, yine de hayırlara vesile olmasını diliyorum, orası ayrı.

Heavy Metal Türkiye'nin bildiğimiz efsane Heavy Metal dergisiyle bir ilgisi yok. 45 sayfalık uzun mu uzun iç bayıcı hikayelere ne gerek var bilmiyorum. Seçimlerde, tercihlerde hatalar yapılmış belli ki. Nerede Moebius? Nerede Enki Bilal? Nerede o eşsiz çizerler? Neden bilhassa karikatüre kaçan çizerler tercih edilmiş?


Bildiğimiz Heavy Metal dergisinde mizah unsuru vardır elbette ama mizahın en koyusu vardır, yani yayımlanan çizgi öykülerde kara mizah unsurları görülür elbette. Fakat bundan daha önemlisi Heavy Metal dergisi yetişkinler için yayımlanan kimi zaman sert çizgilere sahip öyküler barındıran karanlık ve tekin olmayan bir dergidir.

Önsözde derginin yayın yönetmeni Ahmet Kocaoğlu dergi ile kitap arası bir format denediklerini söylüyor. Anlaşılacak bir tutum değil. İlk sayı için çok özen gösterilmesi gerekiyordu, en azından bir araştırma yaparak Türkiye'de çizgi roman sevenlere danışabilirlerdi, öyle bir şey yapsalardı sonuç bu olmazdı bence. 112 sayfalık bir dergi-kitap karışımı görünürde ağır ama içi boş bir kağıt yığını gibi duruyor. Daha mütevazı bir format deneyebilirlerdi, eskilerin çizgi şaheserlerine yer verebilirlerdi, Heavy Metal dergisinin geçmişinden söz etmeyi dahi gereksiz bulmuşlar (haklarını yemeyelim, önsözde bir cümlenin yarısında Heavy Metal'ın 1977 yılından itibaren yayımlandığını söylemişler) ve buna benzer ilk sayı için gereksiz ağırlıklarla yüklü olan bir dergi yapmışlar.

Öyle garip bir durum ki Yapı Kredi'nin Doğan Kardeş dergisi çizgileriyle, öyküleriyle çok daha Heavy Metal dururken, Heavy Metal Türkiye ise ergenlere yönelik bir dergi görüntüsünde.

Heavy Metal Türkiye daha ilk sayısı ile çizgiroman hastalarına büyük bir hayal kırıklığı yaşattı diyorum, dergi bu anlayış ile devam ederse sonu Mad'e benzeyecektir. (Arka Bahçe daha önce Mad dergisini yayımlamış, 4 sayı sonra kapatmak zorunda kalmışlardı.)

14 Ocak 2011 Cuma

Toplumsal Tarih 205


Bu ayın başlarında, gözde dergilerimden olan, Tarih Vakfı'nın en hayırlı işlerinden biri olarak 1994 yılından bu yana meraklılarını sevindiren ve 205'inci sayısına erişmiş Toplumsal Tarih dergisini bayiden aldıktan sonra yürürken tarih dergiciliğimiz üzerine bir yandan düşündüm ve defterime Lamy kalemimle ve derginin kapağına uyan mor bir mürekkeple (Waterman) bazı notlar aldım, bu notları geliştirerek aktarıyorum. :)

Tarih dergilerinin ülkemizde destan denemese de güzel bir geçmişi var. Tren istasyonlarında tarih dergilerinin kapış kapış satıldığını bir derste sevgili Kemal Beydilli hocamız anlatmıştı (yanlış hatırlamıyorsam). Hayat tarih dergisinin 10 cildine bakar dururum arada, o yılları düşünürüm. Hakka ve hukuka değil ama tarihe pek meraklı bir millet olduğumuz biliniyor, elbette merakımız yazılı olan tarihe değil, daha sözlü ve hamasi olan koltuklarımızı kabartan yalancı bir tarihe eğilimimiz var! Mesela son günlerdeki Muhteşem Yüzyıl dizisiyle ayyuka çıkan bir kurgu düşmanlığı ve kutsallaştırma örneklerini yaşadık.

Ne yazık ki akademik ve siyasal bir yönetim anlayışı olarak Osmanlı tarihi dışındaki alanları (mesela Doğu Roma -Bizans- tarihi gibi) yok saymakta ısrar etmişiz senelerce. Geçelim Bizans'ı Roma'yı, Selçuklu tarihine bile pek saygımız yok (Divriği örneği).

Fakat tarih dergilerine gelince, o noktada mutlu sayılırım ben, çok da güzel dergiler çıkarmışız diye düşünüyorum. Gerçi elbette akademik anlamda ciddiye alınacak dergiler midir 50'li 60'yılların tarih dergileri, hiç bilinmez, ancak çok sevilmiş ve okunmuş olduğu halen sahaflarda görülen eski tarih dergilerinden anlaşılıyor (yeni nesiller bu dergilere pek yüz vermiyor orası ayrı).

Neyse Hayat tarih, Yıllarboyu tarih dergilerinden başlayan ve günümüzde Popüler Tarih gibi dergilere kadar ulaşan tarih dergiciliğimizin -klişe tabirle- altın sayfaları Tarih ve Toplum gibi ciddi örnekler de gördü. Tarih ve Toplum kapandı ama uzun soluklu bir tarih dergisi olarak dağ gibi duruyor kütüphanelerde.

Gelelim bence bugüne dek yayımlanmış, gelmiş geçmiş en iyi tarih dergisine. Yani Toplumsal Tarih dergisine! Toplumsal Tarih dergisi, ciddiyeti ve tarihin hemen her alanına el uzatmasıyla benzersiz ve tarz sahibi bir dergi. (Belki tek kusuru az sayıda da olsa fotoğrafları ve gazete/dergi kupürlerini bulanık bir şekilde basması. Derginin kapak konularına, hurufatına ve düzeltisine gösterilen ince özenin görsel malzemelere de gösterilmesini isterim.

Bu ayki derginin pek güzel olan mor kapağında Barbaros Hayreddin Paşa var. Kapak konusunun başlığı çok kışkırtıcı: "Barbaros ikili mi oynuyordu?" Bu kapak konusunu Özlem Kumrular yazmış. Enfes bir yazı kaçırmayın derim.

Toplumsal Tarih dergisinde "Matematiksel düşüncenin evrimi" gibi ufuk açıcı makaleler de var. Edhem Eldem'in basın camiasına ayar verdiği "bir makale nasıl tahrif edilerek haber yapılır?" başlıklı yazısı yeni tartışmalar doğuracak cinsten zehir zemberek bir yazı. Dergide ayrıca Fatmagül Berktay ile yapılmış (Ece Zerman tarafından) çok beğendiğim ve yine çok şey öğrendiğim güzel bir söyleşi var, okunmadan geçilmesin.

7 Ocak 2011 Cuma

Roman Kahramanları


Nasıl güzel bir dergidir bu anlatılmaz!

Ocak-Mart 2011 sayısının kahramanlarını söyleyeyim de ağzınızın suya aksın:

- Selim Işık
- Kamil Bey
- Lolita
- Oliver Twist
- Sandman